DERVİŞ GÖZÜYLE GAZZE
Süleyman Ceran
Filistin’in yetiştirdiği en büyük şairdir Mahmud Derviş. Defalarca tutuklanmış, hapis yatmış ve ömrünün büyük kısmını sürgünlerde geçirmiştir. “Kaydet/Ben Arabım” diyen, “Kolla kendini açlığımdan/ve öfkemden” diyerek tüm Filistin’in derdine tercüman olan, Neşîd el-İntifada’yı yazarak ülkesine bağımsızlık marşını kazandıran şairin, 1973 yılında yazdığı denemeleri de şiirleri kadar güçlü ve etkileyici. 2008 yılının Ağustos ayında kaybettik O’nu. İyi hatırlıyorum, çünkü cenaze töreninin yapıldığı gün, henüz iki gün önce doğan oğlumun telaşı vardı evimizde. O an insanlığın kaybının ne kadar ağır olduğunu anlayamamıştım. O’nun ölümüyle, dünya şiirinde ve barakalarla dolu Filistin’in mülteci kamplarında, krater büyüklüğünde bir boşluk oluştu artık.
Şairin, 36 yıl önce kaleme aldığı “Gazze için Sessizlik” adlı kitabı, 2009 yılı içinde, Hakan Özcan’ın -sık sık düşük çevirileriyle ve bol tashih hatalarıyla- Özgür Yayınları’nca yayımlandı. Yazarın, onlarca yıl öncesinden anlattığı Gazze’de yaşanan olaylarla, içinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşananların şaşırtıcı biçimde benzerlik göstermesi, insanı çarpıyor, sarsıyor.
Mahmut Derviş’i bazen kendi kendine konuşur gibi, bazen karşısında biri varmış da onunla konuşuyormuş gibi yazdığı denemelerini ve hatıralarını okurken –üç boyutlu filmler gibi- gözümüzün önünde Gazze belirir. Derviş, çocukluk yıllarının geçtiği kentleri, sürgünü ve sonrasını tek tek anlatır. Akka, Yafa(Yafa portakalı Türkiye’de en çok yetişen portakaldır, kalın kabuklu ve çekirdeklidir), Hayfa, Taberya, Safad, Refah, Karmel Dağı ete kemiğe bürünür, dile gelir. Sonra birden kitabın 103. sayfasına geldiğimizde bir el bileklerimizden kavrar adeta; Derviş’tir o. Birlikte Hayfa’da trene atlarız, oradan Ariş’in içinden geçip Kahire’ye ulaşırız. Yahut Akka’da bir dolmuşa atladık mı, “vınn” diye Beyrut’un en güzel meydanı olan Burc’a varırız. Şair, bizim ağzımızdan soru sorar:
“-Beyrut, Kahire ve Şam gerçekten o kadar yakın mıydı?” diye.
Bizim yerimize cevap vermeyi ihmal etmez:
“Evet yakındı, eskiden yakındı.”
Derviş ve Kefr Kasım Acısı
Kudüs, Şam, Kahire ve Beyrut durak yerleridir Mahmud Derviş için. Anlatır bize oraları ama an çok Kefr Kasım’ı. 1948 yılının Nisan ayında saldırmazlık anlaşması yapılmasına rağmen, Deyr Yasin köyünde, 254 Filistinlinin hunharca öldürülmesinden 8 yıl sonra, Kefr Kasım köyünde yaşananları anlatarak üzerimize vebal yüklü koca bir sandık bırakır. Ağıtların, acıların, gözyaşının ve çaresizliğin sesleri, kelimelere dönüşmüştür artık, Derviş’in kelimelerine. Yazar, içerisinde dört çocuk ve on iki kadının bulunduğu 47 Kefr Kasımlı Arabın nasıl öldürüldüğünü yazar, görgü tanığının dilinden. Öldürülen, sonra da üst üste dizilen cesetleri, üzerinden araba geçen yaralıları, “biçin onları!” diye emir yağdıran İsrailli subayı anlatır. Sonra mahkeme sürecini, bir bir affedilen katil subayları ve askerleri, “bu bir cinayettir!” diyemeyen İsrail halkını, aydınlarını ve sanatçılarını eleştirir. Türkçe’ye “Yalnızlık Yenilemeden” çevrilen şiir kitabındaki “Ölümün Gözleri Kapılarda” isimli şiirinde ya da İbrahim Demirci’nin düzeltisiyle “Kapıların Üzerinde Ölülerin Gözleri”nde Kefr Kasım’a can verir Mahmud Derviş:
ÖLÜMÜN GÖZLERİ KAPILARDA
Hurmanın fidanlarını taşırken kalbimin sahrasından geçtiler,
Hurmaları ziyaret ederken karanfilin üstünden geçtiler
Ve gözleriyle hilaller çizdiler
Köylerin pencerelerine.
Sözden sonra değiştirdiler
Acıyı ve sevgiyi.
Yaban güvercinlerinin çoğalan ağıtlarından ve
Kafataslarından başka.
Kefr Kasım’a on mumun ışığını neden taşıdın?
O ne ister, ne döner,
Kurbanlık koç gibi, o öylece tek başına dolaşır.
Karşı koyduğu yerde kan yağmura döner.
Gece kapıyı vurdular
Her kapıyı, her kapıyı, tek tek.
Toprakta uğuldayan kana ulaştılar.
Kadın;
Sönen dehlizi gözleri yakar dedi:
Köstebeklerle durup yürüyen,
Ağıtlarla gömmeyin beni
Ben yeni ışığın tomurcuklarını biriktirirken.
Ey Kefr Kasım!
Tabutlardan kurbanlıklar için kalkar bıçaklar.
Bilenin dediği gibi: ensesinden! Ensesinden!
Bekleyin!
Hayır: yavaşça, acıtmadan!
Din fırtınasını tıkayana kadar sen,
Günün gölgesi.
Ey Kefr Kasım! Uyuyacağız… sendeki mezarlarda ve gecende.
Kanın vasiyeti alıp başını gitme derken
Direnişimizle yağmur gibi yağacak kanın vasiyeti.
Direnirsek…
Mahmud Derviş’in dışında Kefr Kasım’da yaşananları Filistinli şair Tevfik Ziyad da yazar: “Korkma sen! Çalınan toprağımın her bir parselinin rakamını, köyümün sınırlarını, yıkılan evleri, dibinden sökülen ağaçları, yok edilen kır çiçeklerini, unutamadığım Kefr Kasım Köyünü, acısı beni yakan Deir Yasin’i her daim hatırlamak için mezar taşlarına, kayalara kazıyacağım. Güneşin bana anlattıklarını, Ay’ın fısıldayıp haber verdiklerini, gidip âşıkları göçen kuyulara anlatacağım ki unutmayayım...”
“Gökyüzündeki bulutlardan başka hiçbir Allah’ın kulu bize su vermezdi”.
Filistin halkı onlarca yıldır işkencelere maruz bırakılıyor. Bir köy İsrail askerlerince işgal edilince, tüm sakinler meydana toplatılıp saatlerce güneş altında bırakıldıktan sonra Deyr Yasin Köyü’nde yapılanları hatırlatılıp; katliam haberleri bir korku dalgası yaratsın diye köyün en yakışıklı gencini öldürürler. Köyün en yakışıklı genci… Tüm bu tedhiş hareketlerine karşın sürgündeki Filistinliler çok ilginçtir; kaldıkları mülteci kamplarını Filistin’deki köylerindeymiş gibi yaşarlar. İnsanların evlerinin dağılımı, yollar da dâhil olmak üzere eski köylerine göre düzenlenir. Yazar, bunu gören İsrailli bir askerin telaşla: “-On dokuz sene geçti aradan ve hâlâ biz Bi’r Sebü’deniz diyorlar” diyerek hayretini ifade ettiğini anlatır.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde 70’li yılların Gazze’sinin gündelik hayatında yaşanan sıkıntıları anlatır. “İnsanın aya ilk ayak bastığı gün, sen İsrail polisine duygu dolu mektuplar yazmakla meşgul oluyorsun. Çünkü kendi köyüne gitmek için polisten izin almak zorundasın” cümleleriyle içinde bulundukları hâli ifade eder. Dilekçe meselesini uzun uzun yazar. Ailesini ziyarete gitmek isteyen birisinin yazacağı dilekçeyi, kelimeleri özenle seçerek aktarır:
“Anlayışınıza sığınarak bayram günü münasebetiyle ailemi ziyaret etmeme izin vermenizi rica ediyorum. Eminim ki başka insanların hislerine gösterdiğiniz anlayış hiçbir şekilde devletin güvenliğine halel vermez.”
Cemal Abdülnasır’ı, Arap-İsrail Savaşı’nda radyodan verilen “ilerliyoruz”, “petrol rafinerilerini uçurduk” haberlerini alırken, bir yandan da, İsrailli bakanların içkili kutlama yaptıklarını öğrenince, “Ey Araplar! Bana neden yalan söylüyorsunuz” demekten kendini alamaz ve yenilgi sonrasında yaşadığı tutukluluk sürecini yazar.
Derviş ve Gazze
Gazze, diğer sahil kentlerinden daha güzel bir yer değildir. Portakalı Akdeniz’in en güzel portakalı değildir, zeytini de. Gazze, çok zengin bir şehir de değildir. Çok büyük bir kent değildir, gelişmemiştir. Kaçak malın bol bulunduğu, kumun ve rüzgârın sık sık ziyaret ettiği bir şehirdir ama “ümmetin tarihi kadar azizdir”. Mahmud Derviş, Gazze’nin neden “aziz” olduğunu şöyle açıklar:
“Çünkü düşmanın gözünde en çirkini, en fakiri, en sefili ve en kötüsüdür… Çünkü aramızda düşmanın gönül rahatlığını ve huzurunu bozabilecek en büyük güce sahip olan odur. Çünkü onun kâbusudur Gazze.”
Küçük bir şehirdir Gazze. El kadar bir yerdir, avuç içi kadar. Derviş uzaklıklara ilişkin olarak, “mesafe diye bir şey yok orada. Orada tam bir hayal ürünüdür mesafe dediğin şey” der. Gazze halkı için de, “Direnişleri, birbirine kenetlenmiş ve ne istediğini bilen bir halkın direnişidir” diye yazmaktadır. Övgüler bunlarla sınırlı değildir: “Gazze’yi güzel yapan bir şey de, seslerimizin oraya ulaşmamasıdır. Hiçbir şey onu meşgul edemez. Düşmanın yüzüne yapışmasını hiçbir şey engelleyemez.”
Mahmut Derviş, tüm bu cümleleri bundan otuz küsur yıl önce yazdı. O yılarda Hamas diye bir oluşum yoktu. Filistin topyekûn direniyordu, şimdi olduğu gibi. El-Fetih’e destek verdi. Arafat’ın BM’deki konuşmasını dahi o hazırladı. 1988’de Filistin’in bağımsızlık deklârasyonunu yazdı. Oslo sürecindeki el-Fetih’in ilkesiz duruşunu eleştirdi ve görevlerinden istifa ederek uzaklaştı. Seçimlerden sonra Filistin’de yaşan Hamas ve el-Fetih çatışmalarına çok üzüldü ve eleştirdi. Yazılarındaki ve şiirlerinde dini öğeler o kadar yoğundur ki, O’nun seküler kimliği fark edilmez bile. Vatanını onca sevmesine karşın, uzakta, binlerce kilometre uzakta, bir ameliyat masasında hasretler içerisinde can verdi. Ve hep isyan etti, derdini anlatmaya çalıştı. Bu kitabı okurken (Arap edebiyatının en lirik şiir söyleyeni olan Mahmud Derviş’in, çeviriler ve tashihlerdeki şansızlığına rağmen) zihnimde şu eleştirisi yankılandı durdu: “Lübnan’a giden Filistinliler bir veya iki sene sonra Filistin’e döndüklerinde vatandaşlık hakkı tanınmıyordu. Ama ne ibret ki, iki bin sene sonra Varşova’dan gelenlere hemen vatandaşlık hakkını tanıdılar!”