Süleyman Ceran
“YER SOFRASI” HABERİNİ BİR DE BENDEN DİNLEYİN!
Bugün laboratuarımda fiziki bir materyali değil sosyolojik bir olguyu masaya yatırmaya ve üzerinde derin derin düşünüp, tatlı tatlı kaşınmaya karar verdim.
Efendim, 23 Aralık günü Yeni Şafak’ta çıkan haber, laboratuarımda sinirden deney tüplerini kıtır kıtır yememe neden oldu. Neymiş, Sivas’ta “yer sofrası” geleneği yerini masada yemek yemeğe terk etmişmiş! Yok canım! Ev ev dolaşıp kimin yemeğini nerede yediğine mi bakmışlar? Doğru, böyle işbirlikçi dört ayak peşinde koşan gafiller var, ama bunlar istisna. “Bağdaş kurmak” denen efsunlu fiilin masa başında gerçekleşmeyeceğini her Sivaslı bilir.
Bu araştırmayı, Gazi Üniversitesi Endüstriyel Sanatlar Eğitimi Fakültesi Aile ve Tüketici Eğitimi Bölümü Beslenme ve Besin Teknolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyeleri Yrd. Doç. Dr. Samiye Erdoğan ve Arş. Gör. Dr. Semra Akar tarafından yapılmış. Araştırmacıların apoletleri oku oku bitmiyor! Kısaltmalar, ünvanlar kolaylık içindir, mesela, benim ünvanım bilim adamı/bilimi adam yapan muazzam şahsiyet Yakup Haim Türkoğlu, o kadar. İşimi görüyor. Anlamayan olursa, icatçıyım felan diyorum. Peki, bu arkadaşlara sorsalar, “bacı ne iş yapıyon?” diye, bunlar cevap verene kadar, suali soran şahıs, pişmanlığın kitabına başlamış olur herhalde.
Bu değerli “masa” verilerini çıkaran zat-ı şahaneler, sonuçları; iletişim araçlarına, kentleşmeye, kadının çalışma hayatına girmesine, bilinçlenmeye ve teknolojik gelişmelere bağlıyorlarmış. İnsanın bir tahtanın üzerine oturup, önüne tahtadan bir şey yerleştirerek yemeğini orada yemesi ne büyük bir modern zamanlar meşgalesiymiş de haberimiz yokmuş.
Yemek yeme eylemi, bir kültür işidir efendiler, o kadar! Buraların kültüründe böyle şeyler bulunmamaktadır, o nedenle kullanımı da yaygın değildir. Masa başında yemek yemek, buralarda, bir görmemişlik işareti olarak telakki edilir. Geçenlerde İstasyon Caddesi’nde yürürken adamın birine, evde günlük yemeklerini masada yedikleri için cadde ortasında aşağılayıp dalga geçtiklerine şahit oldum. Hatta biri “bırak olum dört ayağı, kır dizini efendi efendi ye aşını, gelirsem aha şimdi yanına, kafana doğru yüz otuz sekiz derecelik açıyla dalarım ha” diye bağırıyordu. Bu sözleri söyleyen iri kıyım amcanın kurduğu cümleleri, kafasını acayip şekilde sallayarak söylediğini gözlerimle gördüm ve yer sofrası kullandığım için ekstradan şanslı hissettim kendimi. Varolan yemek masaları için şunu söyleyebilirim; Sivas’ta masa, yemek için değil; süs içindir, vitrinler gibi canım. Misafirler gelince, aman misafirin ütülü elbisesi ya da pantolonu kırışmasın, aman mutfağın halini kimse görmesin diye yemeği masada yerler. O esnada herkeste bir yapmacıklık rüzgârı eser ki, ortalık “Dallas” filmi gibi olur, içlerinden, yemeğin hemen bitmesi için dua ederler.
Söz gelmişken, masa başında yemek muhabbetinin Türkiye’de reklamını yapan “Dallas” filmindeki “Ceyar” diye bildiğimiz -filmdeki adı J. R. Eving’dir- ve asıl adı Larry olan herifin başına gelenleri biliyor musunuz? Adamın ciğeri beş para etmediği için, karaciğer nakli yapmışlar. Onu da çürütmüş pis herif. Şimdi 72 yaşında ve hastaneden “alın bunu masasının başına götürün, umut yok” deyip bir de “ohh, çekesin inşallah, pis Ceyar” dedikten sonra ölmesi için evine yollamışlar, her an ölebilir. Bakın masada yemek yiyenlere ne oluyor.
İnceleyelim;
Pratiklik: Yer sofrası her yerde son derece pratik yöntemlerle kurulabilir. Bir parça gazete varsa -aslında ona dağ başında yeşillikler arasında gerek de olmayabilir- midemizi şenlendirmeye ve aç aç bekleyen hücrelerimizi, kuşların yavrularını gagalarıyla beslemeye başlamaları gibi, besleyebiliriz. Ama masa başında yemek yemeye alışmış eşhas, böyle durumlarda mırın kırın etmeye, düşen incilerini toplamaya ve geçmiş masa günlerini hatırlayarak ilkelerinden vazgeçip, dizlerini kırarak yer sofrasına otururlar böyle bir durumda.
Samimiyet Allah’ın Resulü’ne arkadaşlarının sofra başında yaptıkları zeytin şakasını kim hatırlamaz. Zeytinler Sevgili Peygamberimizin önüne yığılmıştır da kendisine, ne çok zeytin yediğini söyleyerek latife yaparlar. Efendimiz, arkadaşlarının da ne kadar az zeytin yediklerini belirterek yapılan latifeye eşlik eder. İşte sıcaklık. Sofralar; diz dize, omuz omuza oturmalar sıcak ilişkilerin de bir belirtisi ve alamet-i farikası değil midir?
Gazete sermek; yer sofrasına gazete sermek hem bekarlığın, hem garibanlığın hem de delikanlılığın simgesidir. Lakin, masaya serilmiş bir gazete tam tekmil bir görgüsüzlük değil de nedir? Düşünün, “The Gadfather/Baba” filmini izliyoruz. Marlon Brondo gazete ile yapılmış bir yer sofrasında, kuru fasulye pilav ile dal turşusu yiyor. Elini boğazına götürerek, demirel gibi konuşup adamlarına, sağda solda birilerini doğrama talimatı veriyor, olayda bir ciddiyet kalır mı? N’ayırr. Masa, onların ayrılmaz bir parçasıdır da ondan, hatta pikniğe bile masa götürmez mi onlar? Hııı...
Çoban Pilavı; Bir çobanın ellerinden bulgur pilavı yediniz mi? Koyunlar salınırken bir yandan has tereyağı ile yapılan bulgur pilavını düşünün ve daha sonra çobanlarla birlikte bunu masada yediğimizi hayal edin. Fotoğraf nasıl bozuluyor değil mi? Taş yerinde ağır kardeşim. Marifetmiş gibi bu haberleri yapmayınız.
Sahanda yumurta; evimizdeki sofra anlarını hatırlıyorum da, bu masa işi bana daha da tuhaf görünüyor. Çocukluk yıllarımızda iştah sorunu çeken akraba çocuklarının problemleri, bizimle aynı sofraya oturdukları an yok oluyordu. O yıllarda üç kardeştik. Öyle bir iştahla ve gırgırla yiyorduk ki, bizimle birlikte sofraya oturanlar da gaza gelir canhıraş yemeklerini yerlerdi. Bize yatıya kalan en ağır misafirlerin bile ilk günün kahvaltısında acemiliklerinden yumurtanın sağına soluna bulaşmadan sofradan kalktıklarını ama ikinci günün sabahı kimseye tınmadan yumurtaya iştahla ekmeklerini salıverdiklerini ve daha sonra kendilerini gülmekten nasıl alamadıklarını bugün gibi hatırlıyorum.
Masada yemek yediğiniz takdirde, herkesin yumurtası kendi tabağında olacağı için böylesine şirinlik abidesi bir olayın gerçekleşmesi dahi söz konusu olamaz, değil mi?
İlkel tedavi yöntemlerinin en ilginçlerinden birisi, “trepanasyon” adı verilen cerrahi uygulamadır. Kafatasına delik açma işlemi olan trepanasyonun niçin yapıldığı konusu tartışma konusu olsa da bu uygulama kötü ruhları kovmak için yapılmaktaydı. Ve bu operasyon canlı ve şuuru açık insanlar üzerinde uygulanıyordu. Evet, canlı insanlara yapılmaktaydı. Bu uygulamayı şu gün olmuş yapmış değilim, çünkü, kafatası taş ya da benzeri katı bir cisimle delinirdi, yaaa. Yer sofrası kültürünün yok olmaması için yapmayacağım şey yok. Bunu, masayı bir medeniyet işareti sayan ve zihinlerine şeytan girmiş olan gafiller için söylüyorum. Anlarsınız ya, onları kurtarmak, benim gibi bilimi adam eden biri için bir görev değil de nedir?
Nerede benim yemek yerken zeytin çekirdeklerini nereye atacağım sorusunu düşünmediğim, yemek bittikten sonra katlayıp sobaya attığım gazetem. Nerede benim yemeğin başında Pierre Renoir’in tablolarındaki, renklere uyum sağlayan kırmızı sandallar gibi, sofra resmine yakışan besmelelerim.
Nerede benim sineye yakın olan sinilerim.
Nerede benim ekmeğimi saklayabileceğim sini altlarım.
Nerede benim abimin, ekmeğimi sinsice çalmasını sağlayacak altyapıya sahip sofralarım.
Nerede efendiler nerede?
Tabii ki burada, korkmayınız! “Bağdaş kurmak” fiilini savunmak adına, memleketimde ve laboratuarımda durmaksızın çalışacağımdan emin olabilirsiniz. Gönlünüz ve mideniz rahat bir şekilde aşınızı yemeye devam ediniz.
***
“Çîn-i Gisûsuna Zencir-i Teselsül Dediler” adlı III. Selim’in bestesini dinliyor, koronun toplu halde anlaşılmamak için nasıl gayret sarf ettiklerini düşünürken bir yandan da, neden “zincir-i teselsül” dediler acaba, diye mırıldanıyordum. Bu esnada “Yer Sofrası” için bir güzelleme yapacağımı öğrenen hemşehrilerim, dışarıda toplanmış bağrışıyorlardı. Balkona çıkıp bakayım dedim, bir de ne göreyim; “Seni seviyoruz ‘yer sofrası’nı savunan adam!” diye pankartlar çıkarıp, slogan atıyorlar. Alem bunlar, hem modern zamanlara karşılar hem de yeri gelince medyatik dilleri ana dilleri gibi kullanıyorlar. Yemeği yer sofrasında yiyip, “desinler”e masa alıyorlar. Lanet olası yirmi birinci yüz yıl, millete arka cep çıkardınız(önceden var mıydı cep dedikleri), iki cep yaptınız oraya. Ona uydurarak, kimliği de ikiye çıkardınız.
Sözün biteceği yok, hadi sağlıcakla ‘yer’inizde kalın.