Süleyman Ceran
ZEMHERÎ GÜNLÜKLERİ
-Bir Köy Öğretmeninin Kış Anıları-
2002
01 Ekim
Okuldaki ilk günüm.
Tebeşire dokunmak. Bilinç eşliğinde tebeşire dokunmak çok güzel bir şey.
Besmeleyle bir işe başlamak da.
Çocukların gizliden gizliye süzmeleri, “öğretmenim!” demeleri stajda gördüğüm yapmacıklardan çok uzak.
...
Çok tatlı bir serinlik üleştiren rüzgâr, pencereden içeri sarkıyor.
Kavaklar... Hem de ne çok.
Buralarda hatta Balıkesir’de bile sağlıklı bir ağaç kültürü yok. Mesela, otogar çıkışında, hani trafik lambalarının olduğu yerde, bir dut ağacı var. Kimse o dutları toplamıyor, toplayamaz da; çocukların menzili dışında da ondan. Düşen dutlar da yerde kara izler bırakıyor. Zift gibi oluyorlar. Sakatlık böyle ağaçların burada olmasında. Her şeyin bir yeri yurdu olmalı. Çınar’ın olması gerektiği yerde dut olmamalı. Bu, medeniyetin alamet-i farikasıdır.
Ne kadar didaktik oldu böyle.
10 Ekim
“Harman zamanında doğdum” deyince Sefer nasıl güldüm. Çocuklar Sosyal Bilgilerden konu okuyorlar. Hava ılık, çok güzel bir mavi var yukarda. Alabildiğine de açıklık. Köylü tohum ekiyor. Geniş araziler bir çırpıda görünüyor. Gözlerimi kapatıp birden açıveriyorum; YOKSUN.
27 Ekim
SİS (Soğuğun İçimizdeki Sureti).
Yoğun bir sis tabakası var ilçede, kurstayız. İlerideki ağaçların oralarda sis öyle siluetler oluşturuyor ki şaşırırsın. Orada, sanki ağaçların gölgesi değil de bir katedral ya da şatonun karaltısı var. Ortalık korku filmi gibi. Hani asıl gerilimin yaşanacağı sabah havası. “Others” daki gibi. Geceye ve korkuya hazırlık sislerle yapılır. Dubleks beyaz bir ev vardır. Derin sessizlik sonra. Böyle durumlarda aklıma gelen kelimeler; belirsizlik, endişe, korku, yutkunma.
Dürtülünce bağırmaya hazır gırtlağı da unutmamak gerek.
Telefon ve elektrik telleri(ikisi de çalışmıyor) sanki “boşuna, uğraşmayın! Biz çalışmıyoruz, hepinizin sonu geldi. Allah belanızı verecek, pis yapancılar” der gibi duruyor.
İşte böyle. Enteresan bir olay sis. Gerekçelerini ve hikmetini anlayabilmiş değilim.
...
Tren gördüm, yük taşıyorlardı. Sisle beraber görünen trenler bana casusluk filmlerini hatırlatır. Gizem, fark edilme endişesi, sinsilik, heyecan, rating, şifre, lanet Almanlar.
Saklanmalıyım, yoksa yakalarlar beni.
27 Ekim (ek)
Sabah gazeteyi görünce şok oldum. Çeçenler tiyatro baskın yapmışlardı önceki gün. Eylemler sona ermiş. Bilinmeyen gazlarla katletmişler tüm eylemcileri ve seyircilerden bir kısmını. Rus askerlerinin içeri girip Çeçenleri teker teker vurduklarını öğrenmem çok zoruma gitti. Sonuç böyle olacaktı ama, yine de anlatamıyorum içimdeki yanlı yüreğe. 18’i kadın 50 eylemci katledildi dün.
...
Tüm akşamı haberleri izlemekle geçirdim. Yarın stajyerlik sınavı var, umurumda değil. Koltukta öldürülmüş bir bayan vardı elleri dizlerinde, gencecik. Bir insanı ellerinden başlayarak tanıma gibi bir adetim vardır. Elleri ince ve narindi. Çok sıkıntı görmemiş gibi, güzel eller. Eller, yaşamın içindekiler sayfasıdır bence. Konu nereden nerelere geldi. Siyahlar içinde bir kadının cansız bedeni, ölümü bu şekilde göze alışı, bir kurşun bile sıkmadan can vermesi; hem acı hem de hayranlık verici.
Moskova’daki eylemin Çeçen diasporası için ne gibi sonuçlar doğuracağını göreceğiz. Yüzlerce yıldır bedel ödeyen bu savaşçı halk, muhkem dağlarında her işin olduğu gibi bu işin de gereğini yapar, inanıyorum buna.
Eylemi aklımdan çıkaramıyorum. İnsanın kendisinin göremeyeceği güzel günler adına canına kıyması, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir fiil. Ego’nun zerresi yok. Başkaları savaşsın ben sefasını çekeyim mantığı yok. “Kim var?” diye sorulduğunda, sağına soluna bakmadan “ben varım!” diyebilecek insanlara ihtiyaç var. O nedenle kendimi çok eksik hissediyorum. Hayatımın hesabını nasıl vereceğim? Bugün olmuş, hala, korkunç bir hızla ilerleyen bu mendebur çarka neden bir çubuk bile sokamadım ben? Neler yapabilirdim de yapmadım? Boyum, kilom, kapasitem ne? Yerimde mi sayıyorum? Yoksa sınıfı kopyayla mı geçeceğimi düşünüyorum ben.
Oğlum, taşır şu zihin havuzunu da aşmaya çalış şu problemlerini!
30 Ekim
Tam dört gol.
Çocuklarla maç yaptım Beden Eğitimi dersinde. Kızlar bir oldu, erkekler bir. Ben kızların tarafına geçtim, zayıflar diye. Yenildik. Çabuk tıkanmadım ama, direndim, goller attım.
Ciğerlerim açıldı, sevindim.
5 Kasım
Köy meydanında kurdu sergiliyorlar.
Yeni vurmuşlar.
Kurt, enteresan bir hayvan. Buraların tanrısı gibi. Ne çok korkuyorlar ve ne çok adı geçiyor evlerinde, dünyalarında.
Çocukların oynadıkları kurt kuzu oyunu bile var. Oyunda bir kısmı kuzu, biri çoban birkaçı köpek ve en irileri de kurt olup sürüye saldırıyor. Kaçışmalar, havlamalar, melemeler ve ulumalar okul bahçesinde yankılanıyor.
İyi ki buralarda aslan, kaplan, panter, pars(bu hayvanın adını diğerlerinden daha çok seviyorum, çok haşmetli ve hoş bir kelime.) gibi hayvanlar yok.
Olsaydı dünyaları nasıl değişirdi acaba?
12 Kasım
Öğretmen olmanın faideleri üzerine.
Geçen gün Cuma namazına geç kaldık. Elektrikler olmadığı için ezanı duymamıştık. Okul saatleri de malum. Camiye girdiğimizde cemaat sünneti bitiriyordu. Biz namaza başlayıp sünneti bitirene kadar bizi beklediler. Dün de teravihe biraz geç geldik, yine farzdan önce herkes sükût içinde bizi bekliyordu. Bir nevi torpil, hoşuma gitmedi değil hani. Bu sabah da Oğuzhan(1. Sınıf öğrencisi), teneffüste karşıma geçip “yakalayamaz ki, yakalamaz ki” deyip kaçmaya başladı. Aslında peşinden koşar, oynardım ama yeni bir şey deneyeyim dedim. O an, bana bakan öğrencilere, “getirin bana onu” dememle onu getirmeleri bir oldu. Kılımı bile kıpırdatmadan bak neler yapabiliyorum. Dudaklarımın arasından çıkan devrik bir cümle, onu karşımda hazır ve nazır hale getirmişti. Nasıl gülmüşüm ben bile şaşırdım. Sonra Oğuzhan’ın elinden tuttum okul duvarının üzerine çıkardım ve oradan Uzun Yayla’yı izlemeye koyulduk.
13 Kasım
İlk kar yağdı.
Uyan sevdiğim uyan,
Bak kar oldu cümle dünyam!
14 Kasım
Kar bir göründü ve gitti, dağlarda ikamet ediyor. Kesin kaydını birkaç gün sonra yapacak galiba.
21 Kasım
Çocukları teneffüse çıkardım.
Geçen gün bir şeyi fark ettim: Ben hemen hemen her teneffüs okulun bahçesini geziyorum. Çimlere basmak hoşuma gidiyor. Önceki ayakkabılarımla hissediyordum çimleri ve tüm negatif düşüncelerim Allah’ın izni ve Feng-shui yöntemiyle toprağa karışıyordu. Yeni ayakkabılarım acayip mukim oldukları için(yani kışlık) çimleri hissedemiyorum. Ortalık çok soğumadan ara sıra çıplak ayakla okulun bahçesinde yürüyorum. Daha sana ne fark ettiğimi söylemedim: Teneffüslerde yaptığım yürüyüşlerin gelişigüzel olmadığını. Evet, gelişigüzel değil. Aslında volta atıyormuşum. Aynı dairede gidip geliyormuşum. Bilinçaltı böyle bir şey işte. Burayı çoktan hapishane gibi görmeye başlamışım da haberim yokmuş. Sonra kendimi kapana kıstırılmış hissettim. Yalnızım. Ankara aklıma geldi, sen geldin. Seni göreceğim geldi, sorma gerisini.
22 Kasım
Saat 04.03.
Gün en anlamlı saatinde saçmalıyorum. Öğretmenler Günü’nde yemin edeceğimiz için ilçeye geçeceğim. 6.30’dan sonra kalkar araba. Daha tıraş olmalı ve çantamı hazırlamalıyım. Çok uykum var. Gece boyu bir şeyler okudum, karıştırdım durdum. Ben kimim, bu satırları niçin yazmaktayım? İktidarda kim var? Al Pacino neden Mor Pacino değil? Pi sayısının değeri ve haysiyetiyle oynamak serbest mi? Hayatın anlamı, erdemlerin frekansı, aşkın kıvamı da ne ola? Tristan Tzara niçin uzun uzun güldü bana rüyamda? Ne dadaistim ne fütürist, numaralandırılmış yenici de değilim. Hayrola.
Kendime gelmenin formülü; kalkıp adam gibi abdest alıp namaz kılmak.
26 Kasım
Dün bana gül hediye ettiklerini söylemiş miydim?
Ah! Nasıl olur da söylemem. Öğrencilerimden aldığım ilk çiçek. İlk gül. Ellerimi öptüler, ellerimi. Huylandım önce. Tuhaf bir duygu sağanağı. El öpmek. Aman Allahım! Bu ne güçlü bir mesaj. Hiç düşünmemiştim. Değer verdiğin, senin için önemli olan, feyz aldığın kişinin ellerini öperek konuşmadan hakkındaki düşüncelerini nasıl anlatıyorsun. Kıymet verme, değer biçmenin pratik karşılığı yani.
Hocam, rahle-i tedrisinden geçtiğim şair Ali Emre, 67 doğumludur. Genç yani. Bayramlarda ben ve abim ilk onu ziyaret edip, ellerini öperdik. Yüzü kıpkırmızı olurdu. Heyecanlanırdı. Gözlerinde ayrı bir bayram yaşanırdı.
Senden olmayan, senin kanını taşımayan bir insan, eğilip elini eliyle tuttuktan sonra öpüyor. Sezai Karakoç’un dediği gibi “damarlarının yeşilinden korkmuyor”. Senden ve teninden tiksinmeyip kendisinde bıraktığın karşılığın ayrıntılı bilgi dökümünü, elini öperek veriyor sana.
Öğrencilerim ellerimi öptü, ben de onların yanaklarını.
Bunu anlatmalıyım.
29 Kasım
“Yaz mevsiminin şunlarını seviyorum: Yazın tarlaya gitmeyi seviyorum. Biçere binmeyi seviyorum. Tarladan arpa getirmesini seviyorum. Yazın harman savurmayı seviyorum. Harmana arp gelmesini seviyorum. Harmana biçerin gelmesini bekliyorum. Harmanda arpa doldurmayı seviyorum. Öğretmenimi ve öğretmenimin sevdiklerini seviyorum.” Sefer Babi
“Hangi mevsimi seviyorsunuz, neden?” diye sormuştum derste. Öğrencim Sefer, çocuk saflığıyla nasıl da anlatmış yazı değil mi? İşte bir köy çocuğunun dünyası.
09 Aralık
Mutfaktayım.
Sürekli bir ıslık sesi geliyor pencereden; ayaz. Bir şaka olmalı hem de çok kötü. Sabahları evden okula zorlukla gidiyoruz. Mesafe 15-20 metre var yok. Kaban, kaşkol, bere ve eldiven tam tekmil giyinerek bu kadar mesafeyi ancak alıyoruz.
Çocuklarla kartopu oynuyoruz. “Öğretmene kar atmak caiz değildir, hatta, bazı âlimlere göre tahrimen mekruhtur” diye bir fetva yayınladım. Kendime kar atmayı yasakladım yani. Çocukları teker teker yakalayıp kara yatırıyorum.
Güzelce oynadık, nefes nefese kalmışım.
11 Aralık
Kar gözümü alıyor.
Pencereden karşı köyün silueti görünüyor. Görüş mesafesi fena değil. Her yer beyaz bir çöl. Ara ara kahverengi tonlar çarpıyor gözüme. Çam yok. Kış ağacı bulunmuyor buralarda. Güneş kar kristallerinden harika bir parlaklığı yayıyor etrafa.
Hayran kalıyorum.
13 Aralık
Yeli malı haftasını kutluyoruz.
Çocuk, köyün en uzak yerinden üzerinde sadece bir yeleği olduğu halde geliyor. Şaşırıyorum. Oysa ben, şuradan şuraya her gün kabanımı, kaşkolümü, beremi ve eldivenlerimi giyerek geliyorum. Çünkü fena soğuk var. Kırmızı kırmızı yüzü, buz tutmuş, çatlamış elleri ve kesik kesik solumasıyla karşımda şimdi o çocuk, Hilâl. Yerli malı haftası diye önlük giymeden, çantasını almadan, sadece birkaç parça yiyecekle gelmiş. Canım sıkıldı. Bahar’ın kabanını, İbrahim’in eldivenini giydirip benim kaşkolü boynuna sarıp Voltran gibi birleştirerek evine gönderdim. Önlüğünü giyip çantasını getirdi. Üzerine kalın bir şeyler de almış tabii. Bir sürü ders var. Matematikte problem çözülecek, Türkçe falan var. Neyse iyi oldu işte. Gitti, geldi. Bu işin bir çaresine bakmalı kısa zamanda.
Bu köy, vurdumduymazlığın ana vatanı!
20 Aralık
Hava o kadar kötü ki.
Fırtına her yeri savuruyor. Bazı yerlerde daha az kar varken benim pencerenin karşısında iki metreden fazla kar var. Gerçekten. Dışarı çıkmak mümkün değil. Pencerenin demir kapaklarını kapattım. Artık telefonum çekmiyor. Sular da akmıyor. Elektrikler de akşama kadar yoktu. Soba tütüp duruyor. Rüzgâr o kadar şiddetli ki, dumanı içeri gönderiyor. Ölmekten korkuyorum. Korkmuyorum desem yalan olur şu an. Topladığım puanların finalde ne kadar işe yarayacağını bilmiyorum. Sobaya çok dikkat ediyorum. Dün gece ben Tanpınar’la meşgulken, tütmeye başladı meret. Tütüp tütüp kesiliyor. Kafa buluyor benimle. Biraz daha kitap okudum, uykum geldi. Tüten gaz uyku veriyor. O an uyuyup öleceğimi düşündüm. Diğer öğretmen arkadaşın cesedimi bulunca nasıl şok olacağını falan hayal ettim. Ailem, sevdiklerim geldi aklıma. Kovayı dışarı çıkardım. Allah’ım nasıl bir fırtına var!
Odaya geçip içeriyi havalandırdım. Kalın kalın giyindim, beremi taktım, yorganın üzerine battaniyeyi de serip yattım.
Eksi 40’lara ne kadar fayda edecek ki.
Titreye titreye uyumuşum...
23 Aralık
Dün evin yanı başındaki çeşmenin suyunu açabildik. Uzaktaki çift oluğa gitmeye gerek yok. Zaten oraya tam tekmil giyinip kaşkolle de yüzümüzü kapatarak ancak gidiyorduk, iyi oldu. Evin içindeki boruları çözme harekâtımız tüm hızıyla devam ediyor. Gece su doldurmaya çıktım, abdest için. Hava durgundu ama ayaz vardı. Gökyüzü açık, yıldızlar alabildiğine görülüyordu. Ortalık parlament mavisiydi. Karşı köyün ışıkları suya vurmuş yakamozlar gibi parlıyordu. Aceleyle bidonu doldurdum. Bu havalarda kurtlar inmeye başlıyor köye, tedirginim. Dışarıda abdest almanın imkânı yok. Ancak sobanın üzerindeki suyu ılıtarak abdest alabiliyorum. Her gün bidonlarla defalarca su taşıyoruz. Sınıfın ve evin sobasını yakmak, su taşıyarak yemek yapıp bulaşık yıkamak çok zor. Daha ne kadar dayanabilirim, bilmiyorum. Aklıma geldi de, ne demiş merhum şair İlhami Çiçek, “Sabır olmasaydı yeryüzünde bir dakika bile kalınamazdı.” Bunu aklımdan çıkarmamalıyım.
25 Aralık
Derste çocuklara, “sizin buraya bahar, yaz gelir mi? Ortalıkta çiçek açar mı? Sabah namazına kalktığınızda donmadan abdest aldığımız günler gelecek mi?” diye sordum. “Evet, öğretmeniiiim!” diye bağırdılar.
Ben de ümit etmeye devam kararı aldım.
26 Aralık
Dışarıda keskin bir ayaz var. Çocuklar tınmadan nasıl da oynayabiliyorlar, anlayamıyorum. Güneş sabahtan beri yüzündeki peçeyi çıkarmış bakıyor. Ama soğuk bir bakış. Görenin içinde sanki kristalden tepeler peydah oluyor. Bir yandan da her tarafta buğu trafiği var. Okul bahçesinde, Kızılderili çadırının içinde peşkirlerini sermiş, oturan boğa ile Teksas’lı Jack’ın barış çubuğunu tüttürüyorlarmış gibi yoğun bir buhar yükseliyor. Çevremiz hareketleniyor. Çobanlar kar yüzünden sürüleri çıkaramadıkları için, karın üzerine parça parça yığılan samanlara hücum ediyor koyunlar. Bir nevi fast-food atıştırma işte. Büyükbaş hayvanlar ortada yok. Yemeklerini ahırda yiyor onlar. Su için yukarıdaki kürünü kullanıyorlar. Arada bazılarının boynuzlarını direklere sürttüklerine şahit oluyorum. Hışırtı buradan bile duyulabiliyor.
27 Aralık
Bugün Cuma.
Az evvel abdest aldım. Okul çeşmesinin donu çözüldü. Evden havlu da getirmiştim. Çocuklar da abdest aldı. Abdest alırlarken görmeliydin onları. Kollarından, yüzlerinden buharlar çıkıyor. O soğuk hava da ayaklarını yıkamaya çalışmaları yok mu, bir an meleklerin onları kollarından tutup uçuracağını sandım. Abdest alanlar kurulanıp sınıfa, sobanın yanına gittiler. Ben de kurulandım. Saçımı mesh ettiğimde kurulamamıştım. Sınıfa girdiğimde saçlarım buz tutmuştu. Sadece bir-iki dakika içinde. İşte böyle bir soğukla karşı karşıyayız.
Tam bir zemheri...
2003
07 Ocak
Soğuk iliklerimden bir devre mülk satın aldı, kışı orada geçirecek sanki. Donuyorum. Evimizin pencerelerine naylon çekilen günleri anımsıyorum. Konuştukça ağzımızdan yükselen buğu, su birikintilerine musallat olan kırağı; bunların hepsinin sıcaklığı, soğukluğundan geliyordu sanki.
Okul bahçesini yeşil hayal etmeye çalışıyorum.
Gözüm takılıyor.
10 Ocak
Hong Kong Fui, bir çizgi film kahramanıdır. Kendisini şahsen tanımam. Ama Fui’nin emniyette çalışan bir temizlikçi olduğunu, lakin, acil durumlarda çekmeceye girip halkın sevgilisi, kötülerin biricik düşmanı bir kahraman olarak çıktığını, hayırları Allah rızası için yaptığını biliyorum. Nereden çıktı bu adam dersen şöyle cevap verebilirim: Beden Eğitimi dersinde kardan adam yaptık çocuklarla. Yok şurasına biraz daha kar, yok burasına biraz daha kar derken yaptığımız şey kardan adamdan daha çok, kardan bir ucubeye, iyi bir bakışla, robota benzedi. Adını da Hog Kog Fui koyduk, cuk oturdu.
21 Ocak
Şoför arada gazete getiriyor bana. Şehre gittikçe de dergileri topluyorum. Yeni Şafak’ı, Hürriyet Gösteri’yi, Kırklar’ı, Dergâh’ı, Yedi İklim’i ve Sinema’yı iyice karıştırdım. Canımın istediği yazıları okudum. Yolcu’yu okuyacağım şimdi. Samsun’da çıkan Yolcu canım. Hatta baktım ve moralim bozuldu okuduğum şu mısralara: “Giderek azaldık./ Başka hayatlara savrulduk./ Okullar bitti./ Rastlantılara dönüştü arkadaşlıklar./ Alınan adresler hiçbir işe yaramadı./ Çürümeye yüz tutan anılar konuşuldu ayaküstü./ Herkes kendi küçük dünyasında hapsoldu./ Coşkularımız yetim kaldı./ Yoksul kâğıtlarımızı onarmadı şiir.”
Doğru değil mi? Şu an Bir Güneş Doğuyor 2’yi dinliyorum. Kasetlerin, bant tiyatrolarının çıkmasını dört gözle beklediğimiz, sabahlara kadar mukim kaleler kurduğumuz evlerimiz aklıma geliyor. Hafta sonu şehirdeydim. Geçen akşam arkadaşlarla bunları konuştuk. “Keşke”ler her seferinde acı veriyor. Giderek köreliyor muyuz ne? Şiirdeki kadar olmasa da bir düşüş, bir bağlantı sıkıntısı var. Hayat daha bir ciddi üzerimize abanıyor. Yaşımız ilerliyor. Çeyrek yüzyıla geldim, korkuyorum.
7 Şubat
Evime televizyon almadım. Radyom var, o da sadece TRT FM’i çekiyor. Ayazlarda çekmemeye başladı. Uzun dalgalarda enteresan frekansları dinliyorum. Dün Çinlilere ve Ruslara takıldım, biraz da Lübnan galiba. Bir Alman radyosunu dinlerken Milan Kundela adını duyunca dikkat kesildim ama gerisi “hunga munga” gibi bir şeydi. Bu akşam Almanya’dan Türkçe yayın yapan “İyi Haberler Radyosu”nda bir vaizi dinlemeye başladım. Misyonerlerin radyosu. “Rab İsa’nın yanındaki haberciler 3 yıl onunla kaldı, bilgeliğe ulaştılar” falan deyip din eğitimi yerine doktora yapanlara ağır eleştirilerde bulunuyordu vaiz. “Domuzun önüne inci atılmaz” sözünü “Rab İsa”nın sözü olduğunu da ekliyordu misyoner, yani, mesajını alamayacak insanlar, algı problemi olan insanlar için kendini harcama diyordu. Köy şartlarında, kabalığa karşı verdiğim mücadelede yardımcı cümleler duydum. Hepsi değil tabi, çok komik takıntıları var bu vaizlerin, neyse. Dışarıda dayanılmaz bir fırtına var, dineceğe benzemiyor. Radyo yanı başımda, yalnızlığıma ortak oluyor.
10 Mart
Bugün Pazar. Beş öğrencim eve geldi. Üç saat ders çalıştık, oralet içtik, şekerlemeler yedik falan. Bir de kartopu oynadık. Ne kar, kardeşim. Evimin karşısındaki ağaçta bakıştığımız çalıkuşlarından birinin donmuş bedenini getirdi çocuklar. Kalp masajı yaptım, gagasından azıcık su çıktı ama nafile. Zavallı. Ağacın dibine derince gömdük, köpekler bulamasın diye. Bir dal parçasını da mezar taşı niyetine “mezar dalı” yaptık ona. Sonra ekmek ufalayıp kuşlara verdim. Neden bunu daha önce yapmadım diye de kendime kızmayı ihmal etmedim. Karın boyu yükseldikçe kuşçukların ekmek kapısı da kapanıyor. Kar yumuşak, kartopu oynarken bastığımız yerlerden çıkan çamurlara, arkamızdan kuşlar hücum ediyor, bir şeyler bulma ümidiyle. Hayat onlar için daha zor buralarda. Şoföre söyleyeceğim, ilçeye giderken yola ara sıra buğday saçsınlar diye. Bakarsın bir yararımız dokunur gariplere.
13 Mart
Çok güzel kar yağıyor. Buna “Kuzu Dişi” karı diyor, köylüler. Yani kuzuların dişlerinin çıkmaya başladığı zamanlarda yağan kar. Kar, insanın yüzüne değince ıslaklık bırakmıyor, erimiyor. Kuru. Seri bir şekilde ve dikey olarak yağıyor. Sanki başında aşağı köpük döküyorlarmış gibi; o kadar güzel ki. Bir şiir gibi ortalık, hayretle izliyorum.
28 Nisan
23 Nisanı ayazlarda donarak kutlamıştık. Bahar geldi, kurtulduk falan diye düşünüyorduk ki kar başladı bugün, evet bugün. “Yaz boyu devam eder herhalde” dedirtecek yoğunlukta yağıyor. Leyleklerimizden erkek olanı öldü. Kar kanatlarını ağırlaştırınca yere inmiş, tilki de fıtratının gereklerini, incelik namına zorlamamış. Öldü garibim, eşi de köyümüzü terk etti. Köylü uğursuzluğa yoruyor bu durumu.
Günün getirdiği; grip. Koca kışı aslanlar gibi geçirdim, okyanusları aştım, gel gör ki oyunun finalinde iyi bir kroşe yedim zemheriden.
28 Ekim
Sabahtan beri yağan yağmur, ikindiden sonra tipiye dönüştü. Kar fırtınası nedeniyle elektrikler de kesildi. Geçen yıl 13 Kasımda yağmıştı ilk kar. Hazırlıksız yakalandık bu yıl. Hava durumunda karın adı geçmiyordu. Takdir-i ilahi işte.
İftarı ve sahuru mumların müsaade ettiği bir aydınlıkta geçirdim.
Saatlerdir fırtına dinmedi. Teravih namazında birkaç kişi camiye gelebilmişti.
Yürümek neredeyse imkânsız.
29 Ekim
Bu bir şaka olmalı, ya da Allah’ım bir rüya olsun. Birden alarmın sesiyle uyanıp, güzelce güne selam verebileyim, içim donmadan. Nerdeee... Kar fırtınası 30 saati aşkın bir süredir devam ediyor. Cumhuriyet Bayramı programını çok zor şartlarda yaptık. Okulun suları donmuştu. Evin sularına gözüm gibi bakıyorum. Elektrik hâlâ yok. Bugün de elektriksiziz yani. Teravih namazında şarjlı florasan lambalar sönünce el lambaları eşliğinde namazı kılabildik.
Mumlar dayanmıyor. Kitap okuyacağım diye boynum tutulacaktı. Mumun açısına göre kendini ayarlarsan, böyle olur işte. İki gündür en çok yaptığım şey, zavallı kuşlar için dua etmek oldu. Garibanların telef olmalarından korkuyorum.
Karın boyu yarım metreyi geçti. Daha fazla olan yerler de var. Gülüyorum, film gibi. Sahurda mumla kendime yemek yapışım, çay hazırlayışım, kendi kendime Kur’an okuyuşum; çok hoşuma gitti.
“Uuuuğğ, uuuuğğ” sesleri eksilmiyor dışarıda. Oda mumun sarısına teslim olmuş, gölgemle baş başayım. Volta atarken gürül gürül şiirler okudum, yalnızlığım kalabalığa dönüştü, anında kendime geldim.
30 Ekim
Aşağı yollar kapandığı için, elektrikçiler gelememiş. Okulda diken üstündeyim. Üçüncü bir güne tahammül edemezdim. Sınıfın lâmbalarını açık bırakmıştım. Lâmba birden yanınca nasıl sevindik, anlatamam. Hatta “yok yok yok, muma gerek yok” diye çocuklarla hep beraber tempo tuttuk. Elektrikler geldi ya, o an sevinç denilen his, birden yanaklarımdan öptü sanki.
9 Kasım
11’de kar yeniden başladı.
15 Aralık
Haberlerde “Sibirya Soğuğu”ndan dem vuruluyordu. Dışarı baktım, kar başlamış. Oysa 1 saat önce sadece serin bir rüzgâr vardı. Bu yılın asıl zemherisi şimdi başlıyor anlaşılan.
17 Aralık
Ne tuhaf bir gün böyle.
“Allahümme sabirîn” deyip durdum gün boyu. 2 gün önce kar vardı, bugün her yer çamur. Yağmur başladı sabah. Öğle sert esen bir rüzgârla beraber elektrikler de kesildi. Elektrikler geldi sonra tekrar gitti. Artema gibi “aç-kapa” oynadık durduk.
Rüyamda Cihan Aktaş’ı gördüm. Yeni kitabı için gelmişti bu şehre. Başı açıktı, şok oldum. Birkaç adam yemek ısmarlıyordu yayın grubundan. Gariban halleri vardı hepsinin. Ben de bir koşu eve gidip “Son Büyülü Günler” “Suya Düşen Dantel”i falan getirip imzalattım. Hayırdır inşallah.
18 Aralık
Hong Kong Fui, bu yıl moda değil. Kardan bir ev yaptım çocuklara, bayıldılar. Bettiş’le Yelda yanımdan ayrılmıyorlar. Üzerime düşen kar tanelerine, anında müdahale ediyorlar. Elleri sürekli ceketimin kol uçlarında.
19 Aralık
İsmet Özel’in “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz” sualine, yıllar sonra yanıt veriyorum bu şiirle,
iç yağı, sarımsak ve ter kokuyor odaları
dedikodu, hinlik oğulları gibi
dizlerinin dibinde
ve kumanda denilen ecnebi aygıt
organik bir birlikteliğe koşmuş elleriyle.
stabilize yollarla, uçsuz tarlalarla
serada yaşıyor gibi yaşıyorlar
ya da bir balık
gibi alık alık.
dışarıya, sulandırılmış pekmez
eve, kurutulmuş kütükler sanki
maskeleri koyunlarında
uyku denilen mabetlerine koşarak gidiyorlar
yerli dizilerini izledikten sonra.
22 Aralık
Çocukları sebepsiz zamanlarda yanıma çağırıp seviyorum. Sarıldığım; uzun uzun konuştuğum oluyor. Geçenlerde derste dedim ki “içinizde kendisine sadece benim sarıldığım, ailelerinden kimsenin sarılmadığı kimler var?” dedim de 5-6 parmak kalktı. Üzüldüm. “Peki, içinizde sabahları kahvaltıya öpülerek uyandırılan kaç kişi var” diye sordum, bir Allah’ın kulu parmak kaldırmadı.
24 Aralık
Oturmuş Güldeste’yi dinliyorum. Uyan Artık’tan “Ağlar” diye bir parça var, hatırlarsanız. Ne kadar güzel bir ses kıvamı var öyle. Ne kadar ince ve ne kadar bizden. Sesin tonajından kastı algılayabiliyorsunuz; incelikler ve anlayışlar dünyası.
2004
11 Ocak
Baktım, yazdıkça başıma gelen musibetler artıyor, iki haftadır günlük yazmıyorum; “oğlum bırak şu yazma işini, başına gelecekler var” deyip kenara çekildim. Geçen sürede zemherî etkinliğinden bir şey kaybetmedi. Don olayı çok yaygın bu aralar. Telefon hatları da 4 gündür yok.
Şoför biriken gazeteleri getirdi, 3 günün gazetesi. Bu tip durumlarda en sevdiğim şeyi yaptım; sobayı yakıp çay hazırladım. Doğ Ey Güneş’i bilgisayarda dinlemeye hâzır ve nâzır hale getirdikten sonra köşeme koyulup gazetelerimi okumaya başladım, ikindi vaktine kadar.
Çizgi Kitap Kulübü’ne baktığım yıllarda en sevdiğim şey yine bir şeyler okumaktı ama, çayın yanında gevrek, nefis, sıcacık bir kazan simidinin bulunması gerekiyordu. Sabah, kitabevini açar açmaz bu icraata girişiyor, bu mûnis hâl ilk müşterinin ya da arkadaşın gelmesiyle yerini muhabbete terk ediyordu.
Gazete okumak, küpür kesmek (internette de olduğunu ve ulaşabileceğimi bildiğim halde) o yıllardan kalma bir alışkanlık herhalde. Çay da.
Patates közledim şimdi.
21 Ocak
Soba işi, sakat iş okulda. İhaleyle alınan kömürlerde yolsuzluk çok olduğu için, bir çok torbada yalnızca kömür tozu çıkıyor. Sınıfları bu zemheride ısıtmakta zorlanıyoruz. Geçen yıl, bu vakitler, hem ders anlatıp hem sobayı yakmaya çalışırken, sobayı üflemekten başım dönmüş ve bünyemi saran envai çiçek kokuları yerini tam da is kokusuna terk etmişken, teneffüs vakti gelmişti. Çocukları sınıftan çıkarırken koşarak gitmeleri işkillendirmişti beni. Arkalarından baktım, koşarak bir duvardan ötekine gidip geliyorlar. Öyle üşümüşlerdi ki, ellerini ağızlarına dayamış ısıtmaya çalışırlarken, bir yandan da, ısınmak için koşuyordu gariplerim. O çocuklar şimdi ortaokulda. Geçenlerde yanıma geldiler, sordum, “en çok neyden mutlusunuz şimdi” diye, “kalorifer var öğretmenim, üşümüyoruz” dediler, üzüldüm.
22 Ocak
Çok fena fırtına var dışarıda. Yarın karneleri dağıtacağız. Koyunlar bile dışarı çıkamıyor. Dışarı çıkmaları niçin mi önemli? Tabii ki yemekleri dışarıda olduğu için. Yazın yığılan otlar, bir nevi konserve gibi zemheride kullanılmak üzere bekliyor. 14 gibi poyraz, şiddetli bir fırtınaya dönüştü. Çocukları teneffüste dışarı çıkarmadım, koridorda bağrıştılar.
23 Ocak
Karne dağıtıp maçın ilk yarısını bitirdik şükür. İşte zemherinin fotoğrafı: Bahçede bulunan öğrenci tuvaleti kapalı olduğu halde içinde 1 metreden fazla kar ve buz vardı, onları temizledik. Yer yer yığılan kar yığınları 1,5 metreyi geçmekteydi, çocuklara yol açtık. Öyle bir fırtına vardı ki, evimin dış yüzeyi yosun tutmuş gibi, boylu boyunca buz tutmuştu. Yürürken, savrulan kardan gözleri açmak ve görüş mesafesinden bahsetmek söz konusu değil.
Zemherî katmerleşerek devam ederken, memleket kara teslim bayrağı çekmişken, yürürken kardan oluşmuş sûni tepeleri bata çıka aşarken, 15 günlük mola ilâç gibi geldi, inan bana.